Bir ressamın dayanılmaz hafifliği...
Resim sanatına gerçekten gönül vermiş ve olağanüstü eserler meydana getirmiş gerçek sanatçıları tenzih ediyorum.
Peki ya giriş diye sorar gözle baktığınızın da farkındayım.
"Asmayalım da besleyelim mi" sözlerini kullanan, sözde demokrat ama özde bir katil ile bir ressamı özdeşleştirmek...
Tabii ki bu ismi biz vermedik kendisine. Yanındaki omuzu kalabalık okey dörtlüsü ile birlikte memlekete kendince düzen verip gönül rahatlığı ile Marmaris'e yerleşen o kişiden bahsediyoruz.
Onun bunun eserlerinden çalıp tuvale aksettirdiği resimlere bir dönem sadece şahsına yaltaklanmak için servet dökenlere kendini kaptırıp gerçekten sanatçı olduğunu sanan, yaşlandıkça sevimli olduğunu düşünüp ardında bıraktığı kan ve gözyaşını bilmeyen sonraki neslin onu sadece "Ressam Dede" olarak tanıdığı eli kanlı diktatör, hakikaten kendisinin ressam ve çocukların dedesi olduğunu zannedip yaptıklarının unutulduğunu
sanıyordu ama aradan geçen 43 senede sadece daha da artan bir nefretle anıldı...
Bu arada Picasso yapıyor, ben niye yapamamayım gibi veciz bir söz Picasso'nun tablosunun aynısını bile çizmeye kalkmış ama yine de kendini iyice komik duruma düşürdüğünün farkına bile varamamıştı. Gerçi ona Picasso'nun kim olduğunu söyleyebilecek cesarette bir delikanlı da henüz daha çevresinde yoktu...
Bu arada konuşmalarında "Nitekim" kelimesini "Netekim" diye telaffuz edecek kadar Türkçe konuşma özürlüydü ve bundan dolayı uzun yıllar "Netekim Paşa" olarak da hem mizah tarihine hem de literatüre geçti.
12 Eylül 1980 sabahı Türkiye’de tarihin durduğu andı. Kimilerine göre sokaklardaki barut kokusu artık bitmişti. Kimileri içinse barut kokusundan etrafa yayılan acılar henüz yeni başlıyordu.
Ülkede siyasetçilerin saatleri kollarından çıkartılıyor, Atlantik ötesi bir zaman kordonu Türkiye’yi kuşatmaya başlıyordu. Bu sadece insanların cadde ve sokaklarda rahat gezebilmesi anlamına gelmedi. Aynı zamanda yeni bir ekonomik dönemin de habercisi olarak algılandı.
Bilanço ise oldukça ağırdı.
* 650.000 kişi gözaltına alındı, 1 milyon 683 bin kişi fişlendi, açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı, 7 bin kişi için idam cezası istendi, 517 kişiye idam cezası verildi, haklarında idam cezası verilenlerden 50’si asıldı (Beslemedi, astırdı), idamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis’e gönderildi, 71 bin kişi TCK’nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı, 98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmak suçundan yargılandı, 388 bin kişiye pasaport verilmedi, 30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı, 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı, 30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti, 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü, 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi, 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı, 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu, 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi, 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi, 31 gazeteci cezaevine girdi, 300 gazeteci saldırıya uğradı, 3 gazeteci silahla öldürüldü, bazı gazete ve dergiler 300 gün yayın yapamadı, cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi, 14 kişi açlık grevinde öldü, 73 kişiye doğal ölüm raporu verildi, 43 kişinin intihar ettiği bildirildi...
Neredeyse çocuklukları ve gençlikleri ellerinden koparılırcasına alınan bir kuşak (78) o dönemden sonra "Yitik Kuşak" olarak anıldı...
Kısa bir örnek verirsek, sıcağı sıcağına darbenin gerçekleştirilmesinden birkaç gün sonra diktatörün’ün önüne idam dosyaları kondu. İlk idam teklifi Necdet Adalı adındaki bir gence aitti. Henüz 22 yaşındaydı. 1977 yılında Yıldırım Beyazıt Lisesi öğrencisi olduğu günlerde bir kahvehanenin taranmasıyla suçlanmıştı. Adalı cezaevinde iken bir firar organizasyonuna katılarak özgürlüğüne kavuşma seçeneğini reddetmiş, “Ben suçsuzum, nasılsa adalet suçsuzluğumu teyit edecek” rahatlığı ile hareket etmişti.
Diktatör ve kankası olan generaller bu dosyayı masalarında tutarak “başka?” dediler.
Diktatör'ün bir söyleşide de vurguladığı gibi “denge kurmak için bir o taraftan, bir de diğer taraftan” can almak istiyorlardı. Apar topar ikinci dosya da yetiştirildi. Bu defaki idam dosyası Mustafa Pehlivanoğlu’na aitti. Pehlivanoğlu da Piyangotepe’de 7 kişinin öldürüldüğü bir kahve taraması ile suçlanıyordu. Pehlivanoğlu da tıpkı Adalı gibi ifadesinin işkence altında alındığını ve suçsuz olduğunu iddia ediyordu.
Ankara Ulucanlar Cezaevi’nde 7 Ekim günü önce Adalı asıldı. Ardından Pehlivanoğlu idam edildi. Öylesine pervasızlığın hakim olduğu günlerdi ki, Pehlivanoğlu ailesi oğullarının idam edildiğini 3 gün sonra ziyarete gittiklerinde öğrendi. Öldürüp sessiz sedasız toprağa vermişler, yakınlarını bilgilendirme ihtiyacı bile hissetmemişlerdi.
Özetle, 12 Eylül cuntası döneminde 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. 1 milyondan fazla insan gözaltına alındı. 650 bini işkence gördü. Emniyet ve cezaevlerinde işkenceden ölenlerin sayısı 300’ü bulmuştu. Bir kuşağın üzerinden silindir gibi tank paletleri geçmişti.
Yok edildiler.
Ulan korkudan kitap bile yakıldı. Eylül sıcağında her evin bacasından dumanlar tütüyordu.
Sadece insanlardan değil kitaplardan, hatta şarkılardan bile korkuyorlardı çünkü.
Memleketi için güzel düşler kuran ve bu düşlerin peşinden azimle giden gencecik insanların hayatları, havaya inip kalkan ellerle çalındı. Demokrasinin askıya alındığı, hak ve hukukun yerini darbecilerin keyfiyetine bırakıldığı Türkiye Cumhuriyeti, uzun yıllar darbenin yaralarını sarmakla uğraştı.
Geçen yıl yazmıştım,
bu sene yine tekrarlayacağım.
Ondan sonraki, daha sonraki, bir daha sonraki senelerde de,
"Mekanın Cehennemin Dibi Olsun" PAŞA...
Nota ve Tınıyla...
macit.soydan@gmail.com